7 Eylül 2010 Salı

karşılaşma

I.

Perde açıldığında orta yerde bir testi vardır. Müzik başlar ve kız içeri süzülür. Sahne kadınlara aitken müzik daima yumuşak ve hafiftir. Testiyi alır, pınarın başına gider, en güzel nasıl su doldurulursa öyle doldurur. Birkaç yudum su içer, en güzel nasıl su içilirse öyle. Yüzüne su serper, aynı şekilde. Beyaz elbiseli adam sahneye girer, müzik bir parça hareketlenmiştir, kızın etrafından dolaşır, karşısına geçer ve raks olur. Sonra siyah elbiseli adam girer, raks biter, meydan okuma ve kavga olur. Siyah elbiseli adam yenilir. Bir kez yenildi mi yenilgiyi hazmeder ve çekilir. Sonra tekrar raks olur.

II.

Fatima’yı hatırla. Hani o küçük kız çocuğu sana yüz vermiyordu. Defalarca karşılaşmıştınız. Yabancı olmadığının farkındaydı, kaçmıyordu ama sana gülümsemiyordu işte. Sonunda bir gün sen oradan ayrılırken dönüp arkana baktın. Orada duruyordu. El salladın ve bekledin. Dudağında yabancıların göremeyeceği ipince bir gülümseyişle duruyor ve el sallıyordu. Küçük bir kız için yabancı olmadığını bilmek gibisi yoktur. Fatima seni seviyor işte, nereye gidiyorsun?

14 Mart 2010 Pazar

feyrûz

Feyruz sen şarkını söyle ablacım, eski günlerdeki gibi. Hüznümü özlüyorum şimdi de. İnsan neyi özleyeceğini bile bilemiyor. Böyle de tuhafdır insan dediğimiz. Onu bunu bırakıp hiçbir yere gidemiyorum, Beyruta gidemiyorum meselâ, günler geçip giderken. benim günler dediğime feyruz “iyyam” diyor meselâ. Ben seni yazın sevdim, kışın sevdim ben seni. Zınk diye vurulan gitarın tellerine kim. Süreyya dedi Feyruz, aslında sureyya dedi ü demez o. Onlar ü demez aslında. Onlar dediğim Arapça şarkı söyleyenler ü demez. Bu da kuraldır. Can sıkıntısı da bir şeydir. Hiçbir şeye bakarsan iyidir hatta. Kenna netlaka. Bak bayılırım bu şarkıya. Ne acıklı bir başı ortası ve sonu var bu şarkının. Hazin. Bunu Feyruz’un kendisi de söylüyor şarkının bir yerinde. Çağır gelsin eski kelimeleri. Eskilerden çok eskilerden gelsinler. Bahr deyip durduğu bildiğiniz derya, hatta daha çok bildiğiniz deniz. Dem dediği kan. Zehr dediği zehr. Zehr kanda dolaşmaya başladığında mevt oluyor. İnsan insanın zehrini alır Fatmacım diyor eski bir kadın Çengelköy ikarusunda. İlk defa duyuyorum bunu ben. Herhangi bir ikarusta duyduğum sıkı laflardan biri sayıyorum bunu ben. Tarık el nahl. Ajda pekkan söylemişti bunu epey zaman oluyor. Ajda pekkan Arapça şarkı söylemesini bilmez, Türkçe şarkı söylemesi iyidir. Yani eskiden iyiydi onu diyorum. Hem eskiden güzeldi de. Her yaşın ayrı bir güzelliği var, orası öyle. Günler, günler dediğim iyyam işte anlayın artık akıp gidiyor. Yanlış anlamayın bu şarkıda geçmiyor iyyam, ama geçiyor nihayetinde. Ah şu şarkılar ve onların hatırlattıkları. Bunu Latincesi falan olmalı, çok havalı olurdu o zaman. Latincenin de yeri ayrı ona bakarsan. Al işte. Ona bakarsan. Ona bakarsan. Hahaha ne çok söylerdik bunu tıfliyetimizde. Ona bakarsan örümcek adam da uçamıyo oğlum. O zamanlar daha olm demesini bilmiyoruz yani o kadar, o derece. Trompetler çalıyor, çalsın. Leyal diyor. Yeyiyey diyorlar vokalci kızlar. Vokalci erkekler gülüyorlar. Leyal böylece sürüp gidiyor. Oh! sür git ne ala. Çarşı Pazar sesleri geliyor şimdiki şarkımızın girişmesinde. Keman... acayip çok keman. Alkış sesleri de caba. Cabası şeklinde söylemek mümkün. Her şeyi söylemek mümkün. Epeyce yaklaş, kulak ver bu sese. Nahle vil amar jiran derken, bilmem ne söylüyor şarkıların dili. Onu bilmem yalınız, uzaktan uzaktan piyanonun çıkardığı sese artık ne deniyorsa onu duyuyoruz. Yalnız bu tok sesli adaların vokallemesini tasvip etmiyorum. Ne gerek varsa? Sanki hiç mi şuh genç kız yok. Bunlar yanlış şeyler.

7 Mart 2010 Pazar

56

Kelimesi kelimesine çevir:
Dehrin çok acayip halleri vardır.
İşgillenme sana değil bu tavır,
Tam zamanlı işim ah ile zardır.

Şarkılardan bir aranjman yapam da
Saçlarına görülmemiş tâc olsun.
Şu an dağınıklık hakim odamda,
Neden sevdiğim hiç uğramıyorsun?

Bana siyah yakışır sana gülmek.
Gülüşün içtenlik testinden muaf.
Kahvaltısız sabah, ütüsüz gömlek.
Seni üzgün görmek ne kadar tuhaf.

27 Şubat 2010 Cumartesi

amenna

mahçubiyet çağırıyorsa umut
iyi mevzilenmiş demektir acı
Theo'nun filminde küçük Arnavut
mecruh eden bir kelime: yabancı

Lars'ın filminde kan suyla karışıp
kapının altından sızıntılarla...
birdenbire gece yağmurla şıp şıp...
hâtırât yaşlanır üzüntülerle

üçüncü olmayı dilemek ne hoş
Mecid'in filminde koşarken Ali
kimlerin kimlere açtığı savaş
çocukları alakadar etmeli?

sükun bulacaktır kabaran deniz
insan olmak cehdine ilaçtır dua
tekrar tekrar tekrar öğreneceğiz
Kim'in filmindeki gibi, amenna

16 Şubat 2010 Salı

malcolm x özel sayısı

kapak resmi:















kapak resminin sol üst köşesindeki yazı:

"karadır kaşların ferman yazdırır"
halk türküsü

başlıksız (sayfa 1)

kardeşler! ve kız kardeşler! soru şu: missisipi nereye dökülür? peki ya hatırasını yaşatmanın -ama yaşatmanın- üzerimize vazife olduğu siyah prens kimdir? güzellemenin yetmediği; siyah beyaz fanzinlerin, amatör dergilerin, iyi mecmuaların kapaklarında dolaşan adam kimdir? şiiri, ağıtı, filmi güzel olan yiğit kimdir hey?

Bağışla bizi malkolm ağabey, mücadelenin hakkını veremediğimiz halde ismini acemi yazılarımıza malzeme ediyoruz diye kızma. Adından güç alıyoruz abicim. Malcolm demek bizim için "hamza" demek gibi "ali" demek gibi bir şey oldu artık. Ve ömer. “ve ömer öfkesinde biraz" anıyoruz adını. Bağışla bizi.

Allah'ın rahmeti üzerine olsun malcolm ağabey, "any means nessesary" diyen sesin her daim vicdanlarımızda çınlasın. amin.


parantez (spike lee)

Her filmini tek bir filmin parçası olarak gören yönetmenlerden biri midir bilmem lakin her filmi tek bir filmin parçası olarak görülebilecek yönetmenlerden biri de -ufak tefek sapmalar müstesna- Spike Lee’dir.

Do the Right Thing’e bayılırım. Bana, tam olarak yapmak istediği şeyle hemhal olmanın, bütün biriktirdiklerini taze gençlik enerjisi ve samimiyetle yoğurmanın numunesi gibi gelir. Malkolm X ise “esas film şimdi başlıyor” mealli manifesto. Ağır bir vazifenin altından kalkabilmek için gerekli derinlik, titizlik ve ustalık eldeki mazlemeyle birleşince filmin altındaki imza yönetmen için bir şeref belgesine dönüşüyor.

Benim için kusursuz bir film olmakla beraber Malcolm’ın şehit edilmesi sahnesini eksik bulanlar var, saygı duyarım. Doğrudur, kitaba nazaran dehşet dozu azaltılmış olabilir. Fakat ben bunun bilinçli ve doğru bir tercih olarak görüyorum. Malcolm’ın son konuşmasına hazırlanışı bilakis uzun tutulmuştur ve kürsüye çıkana kadar oluşturulan gerilim, dehşeti vurulma anından çok teslimiyet duygusuna taşır. Bu arada bize adamımızı tekrar tekrar anlamaya çalışma fırsatı verir.

Bir yönetmenin birden fazla başyapıtı varsa sayı ikide kalmamalı, en azından üçe yuvarlamalı. İkisi cepte: Do the Right Thing ve Malcolm X. Geriye bir tane alacağımız kalıyor Mr. Spike. Misal ben şöyle düşündüm: diyelim ki; idealist bir afro-amerikalı bir genç. Ama bıçkın delikanlı değil de okuyan eden cinsten, odasına, kitaplarına gömülmüş bir çocuk. Taze bir tecessüs. Harıl harıl bir bilme uğraşı. Reddedişler, sormalar, aramalar, anladım sanmalar, anlayamamalar, Malcolm X posteri altında incil okumalar, Kuran okumalar, Marx okumalar… Aynayı sıradan faşizmin karşısından kaldırıp derin, tutkulu bir ruha çevirmek… Neyse sen yaparsın bir şeyler, benimkisi de densizlik işte… Saygılarımla.

kitap (şişedeki zenci)

arka kapaktan:

1001 gece denemeleri’nin sekizinci kitabı olan “şişedeki zenci” tarih sahibi Salah Birsel’in harlem iline ilk akınıdır ki holdurhop yani sıçrayarak ve de karga ve kuzgun gibi sinerek yazılmıştır. Kitapta Amerika zencilerinin yaşantıları dile getirildiği gibi zenci önderler de bir bir şanoya çıkarılmıştır. Aralıkta, Kara Müslimler, Kara Panterler, Kara İktidar yandaşları, Barış Yolcuları, New York Caddeleri ve de Klu Klux Klan da kazanlarda mısır gibi kaynatılmıştır.

içerden:

“ey okur denememizin ağzında sana ilk karombolumüzü fırlatalım ki bu kitabın bir karamboller galerisi olduğunda hiç kuşkun kalmasın. Bilmen gerektir ki derili insanlar arasında karalardan daha zifiri, daha parlağı yoktur. Onların hamuru yürek yarası, sabır, yiğitlik, mesir macunu, ata dede görgüsü, babahindi guluklaması, sinirsiz yaprak otu, cim londos gücü ve çeşmibülbülle dökülmüştür ki çıtır pıtır beyazlar onlardan kağış kağış kaçmayı yeğ tutmuşlardır”

“Sırada bir zenci düşünür daha var: Booker Taliaferro Washington… Başlıca özelliği ninni düşkümlüğüdür. Her zenci topluluğa şöyle ninniler savurur: “sıkı çalışın. İşe yarar bir zenaat edinin. Yüksek öğrenim yerine teknik öğrenimi yeğ tutun. Para kazanın, mülk sahibi olun. Politikaya karışmaktan çekinin. Amerikan toplumu sizi ancak böyle bağrına basabilir.” Bu laflar alırsa beyazlardan alkış alır. (anzorun notu: yazıklar olsun ki; bu elemanın otobiyografisinin türkçesini en büyük cemaatin en büyük yayınevi gençlik dizisinde yayınlamıştır.)”

“Bu kitap bir de zenci şiiri güldestesidir.”

“Yalnız ondan önce satırlarımızın arasına James M. Whitfield’ın (1830-1870) bir şiirini kaydıralım ki düzyazının söyleyemediğini şiir söylemiş olsun.

Özgürlüğüyle övülmüş ülke
Ey amerika sana doğru
Sana doğru fırlatıyorum bu şarkımı
Sen ey kan, cinayet ve adaletsizlik ülkesi
Sana doğru ey doğduğum memleket
Kalkıp uçtu bunca köle satıcısı
Karaları memleketinden koparmaya gitti
Ve onları ezelemek, titretmek için burda
Zincirlerle bağladılar
Kanla ıslanmış toprağımıza
Ve bellerini çökerttiler
Zorba bir sulta altında”

“Ey okur, izin verirsen buraya bu kez de Frances Ellen Harper adındaki bir Amerikan şairinin (1825-1911) bir şiirini konduralım ki bundan sonraki sayfalarda şanlı ölüm köprüsünden geçecekler (vurgu benim) için şimdiden bir ağıt kaldırmış olalım.

bana bir mezar kazın nerde olursa olsun
ister düz ovada ister dağ tepesinde
bir mezar kazın alçakgönüllü ve gözterişsiz
ama üstünde tutsakların yaşadığı bir yer olmasın
kemiklerim sızlar mezarımın çevresinde eğer
işitirsem korkuya kapılmış tutsakların adımlarını
ve yaparsa eğer mezarımı bir zulüm yeri
onların mezarıma vuran gölgesi”

“Bunula büyük bir önderin ölümü, bir vızvızın ölümüyle bir olur mu, olmaz mı, onu da göstereceğiz.”


benden:

En şahane Salâh Birsel kitabıdır. Kısım kısım olmadığı gibi derli topludur. Üslubu mevzuya cuk oturmuştur. Hele ki pirimiz Malcolm X’in muhtasar biyografisi hüviyetindeki sayfalar öpülesidir.

iktibas (ossie davis)
http://www.hartford-hwp.com/archives/45a/071.html

arka kapak niyetine:

8 Şubat 2010 Pazartesi

güzelleme

Bembeyaz tavan boyası gibi ten. Güneş ışığına duyarlı otomatik parlaklık ayarı. Boy kifayet miktarıyla serv-i revân arası. Saçlar ziyadesiyle uzun. Şampuan reklamlarındaki gibi ışıltılı, parıltılı, göz kamaştırıcı fakat kabarık, hacimli, dolgun değil. Bilakis son derece düz. Ve elbet siyâh. Ağız, divan şiirine hayatiyet kazandıracak nisbette bir gonca. Burun desen o misillû. Gözler hacerül esved’den birer parça. Parmaklar incelikte birbiriyle yarışan çıtkırıldım on kardeş, yarım paket uzun parlement. Nabzına bakılacak olsa bileğini bulmak zaman alır. Esrarengiz ayaklarının bir insan taşıyor olması mucize. Beli, korse imalatçılarına başkaldırı; bacakları, hileli pantalonlara meydan okuyuş; omuzları şala isyan. Göğsü aşıklarından mektup almış saraylı frenk kızlarının heyecanı. Sanat akımlarına mecrasını şaşırtacak bir tablo.

Sanat Galerisi yöneticilerinden, müze müdürlerinden ve bilhassa Raffi Portakal’dan uzak dur güzelim. Zünnar kuşanıp devam ettiğin deyre sığınacağım geliyor kafir. Tahammül mülkü desen viran oldu çokdan.

7 Şubat 2010 Pazar

resim

Elleri çeplerinde çocuk duvar dibinde
Bir kitap kapağında unutulmuş
Kalbi acılara temerküz kampı
Sivil halka sığınak
Metruk bir çocuk parkı
Köhne bir liman
Dalgın bir kuğu gölde

Dalgın bir santrafor oysatta kalakalmış
Uğultular
Sonra karamboller içinde tenha
Yalnız buluşmayı düşlüyor ötesine kayıtsız
Uğultular uğultular

Üç kuşak üsküdarlı bir vapur
Beşiktaşta eski sevgilisini uzaktan görünce vaveyla ve
Kendine kızıyor bilekleri kan saçarak hıncahınc
Tam da mahzun olunacak bir ikindi
Adı cahit olan şair bir parkta sevmekten yorulmaktaydı dün gece

Beyaz şevroledeki genç üzgün zenci kadın
Resmi tamamlıyor gözyaşlarıyla